Konuğumuz Hasan Aksakal ile Romantizm ve romantizmin farklı boyutları, Aydınlanma ve Karşı-Aydınlanma üzerine konuştuk.
Derya Gürses Tarbuck: Herkese merhaba. Bugün Bilim ve Düşünce Tarihi Sohbetleri’ndeki konuğumuz Hasan Aksakal. Kendisiyle düşünce tarihinin ilginç örneklerinden, düşünce şekillerinden bir tanesi olan ‘Romantik düşünce’yi konuşacağız. Önce Hasan Hocamızı tanıtmak istiyorum:
Kendisi Witwatersrand, Uludağ ve İstanbul Üniversitesinde felsefe, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi alanlarında öğrenim görmüştür. Doktorasını 2014’te İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde tamamlamıştır. Sonra University of North Carolina at Chapel Hill’de, tarih bölümünde, doktora-sonrası araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür. (2015-16). Ayrıca Almanya’da, Mainz’da ve Berlin’de misafir araştırmacı olarak bulunmuştur. Alfa Yayınları için editörlük, Orient-Institut için çeviriler yapmıştır. VakıfBank Kültür Yayınları’nın kurucu yayın müdürü olarak görev yapmış, çeşitli üniversitelerde dersler vermiştir. 2022 itibariyle İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışmaya başladı.
Kitap ve dergilerde yayınlanan birçok makalesi bulunan Hasan Aksakal’ın kitaplarından bahsetmek istiyorum.Türk Politik Kültüründe Romantizm (İletişim Yayınları), Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm (Alfa), Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri (Kadim; Alfa), Türk ‘Cogito’su ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam (Kitabevi) ve son olarak, 2021’de çıkan Dünyayı Yeniden Büyülemek: Avrupa Romantizminden Portreler adlı kitapları bulunmakta…
Hocam, hoş geldiniz!
Hasan Aksakal: Hoş bulduk! Davetiniz için çok teşekkür ederim.
DGT: Biz de programımıza geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. İlk sorumla başlamak istiyorum. Kitaplarınızdan birinin adı da olan Romantizmin politik kanalı üzerine bir konuşma yapmak isterim sizinle. politik Romantizm nedir, bize açıklayabilir misiniz?
HA: Mümkün mertebe diyelim. Bir kez daha teşekkür ederek başlamak isterim. Romantizm on sekizinci yüzyılın son üçte birlik kesiminde usul usul, kademeli bir biçimde ortaya çıkan bir edebi hareket. Daha sonra felsefi bir boyut kazanıyor ve nihayetinde bu hareket, Eric Hobsbawm’ın tabiriyle Çifte Devrimin –yani hem Fransız Devrimi’nin hem de Sanayi Devrimi’nin yaşanmakta olduğu dönemde uç vermeye başlayan modern politik ideolojilere eklemleniyor ve onların âdeta itici gücü oluyor. Romantizmin politik yüzü ya da daha sık dile gelen haliyle, “politik Romantizm” gerçek anlamda bir defa 1919’da Alman muhafazakâr düşünür Carl Schmitt tarafından kullanılan bir kavram. Schmitt’in o adla, o yıl yayınladığı kitabındaki polemikçi üsluptan daha geniş bir yere taşınacak olursak, politik Romantizm, politik süreçlerin ağırlığının saraylardan bakanlıklara, bakanlıklardan entelektüel mahfillere, yani salonlara, localara; oradan daha kitlesel zemine doğru kayıp bilhassa sanayileşmenin insanları şehirlere yığmaya başladığı o dönemde –1790’lar, 1800’lü, 1810’lu yıllarda– publarda, barlarda, kıraathanelerde konuşulmaya başlayan bir şey olarak politikaya nüfuz etmiş. Kısa bir süre sonrasında da çok farklı motivasyonlarla, kimi yerde işçilerin kolektif hakları için, kimi yerde imparatorlukları karşı ortaya çıkan ulusal bilincin, milli kültür ve milli devlet yaratma projelerinin taşıyıcısı olmuş. Dolayısıyla kıraathanelerden gazetelere, gazetelerden evlere, kiliselere, sokaklara, meydanlara yayılan politik bilinçle şekillenmiş şeyden bahsediyoruz. Bir yönüyle kültürün de kitleselleştiği, politikanın da kitleselleştiği bir çağda Romantizm bir lokomotif, bir gizli özne olmuş diyebilirim pek çok bakımdan.
Romantizmin edebi, felsefi ve politik boyutları
Siyaset biliminde genellikle modern politik ideolojiler için Fransız Devrimi milat alınır ve oradan devrim-karşıtı bir reaksiyoner tavır olarak muhafazakârlık, devrimi daha öteye taşımaya dönük bir özgürleşme ideolojisi olarak liberalizm, devrimin ortaya çıkarmış olduğu yurttaşlık bilinci ve kamusal insan dolayısıyla sıkça dile gelen vatan, devlet, millet kavramları –bir nevi yeni bir teolojik testis, bir üçleme– ortaya çıkmıştır ve bunlar beraberinde milliyetçi bir söylemi ortaya çıkarmıştır. Bütün bu ideolojilerin estetik, entelektüel ve kültürel boyutu için çok önemli bir yol açıcı olmuş Romantizm.
Romantizm edebi ve felsefi boyutuyla birlikte ne olduğunu da hatırda tutmak istediğimizde, aklıma hemen Novalis’in ünlü tanımı geliyor. Umarım yanlış söylemiyorumdur: “Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışılmışa gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onuru ve sonluya sonsuz bir görünüm vererek dünyayı romantikleştiriyorum” der. Politik Romantizm bağlamında, bu aslında yurdunun dağlarının, taşlarının başka memleketlerin dağlarından, taşlarından, nehirlerinden, denizlerinden, ormanlarından çok daha güzel olmasa da, bir insanın kendi vatanını estetize etmesi, kendi halkını mistifiye etmesi ve yurdunu, başta folklorik ve edebi araştırmalar dolayısıyla bir peri masalları diyarına dönüştürülmesi, onu bir yeryüzü cenneti olarak tasvir etmesine yol açıyor… Kendi halkını, o halkın kendine mahsus bir ruhu olduğu ve dışarıdan bir kimsenin o ruhu asla kavrayamayacağı inancıyla bir benzersizlik, biriciklik olarak görüp vurgulamasıyla, o otantik kültür etrafında yeni bir dil, yeni bir tarih ve yeni bir coğrafya tasavvurunu geliştirmesini mümkün kılıyor. 1935’te Ankara’da kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin de aslında bir yönüyle zihinsel arka planını size ifade ettiğimin farkındayım. Çok benzer uygulamalar, hiç şüphesiz, krallık ve imparatorluklardan ulus-devletlere geçiş sürecinde her yerde. Yani ulusların inşa sürecinde, ulusal kültür yaratımında milliyetçiliğin, ama aynı zamanda Aydınlanma ve sonrasındaki dünyanın değerler manzumesinin yayılımı için de geçerli. Böylelikle çok daha özgür, çok daha eleştirel zekâya ve yaklaşıma sahip bir insan tipi yaratmayı mümkün kılıyor ve müzik, edebiyat, resim, tiyatro gibi alanlarda yepyeni bir zihinsel devrim yaratıyor Romantizm. Politik boyutu da bütün bunlardan besleniyor. Örnek vermek gerekirse, Türkiye’deki Romantizmin kurucu babası kabul edilen Nâmık Kemal’in “Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet / Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” diye meşhur bir çift dizesi vardır. Bu, hürriyet sevdasını çok kolaylıkla dönemin okur-yazarlık bakımdan çok daha kısıtlı imkânlara sahip insanlarının bile ezberleyip kulaktan kulağa yaygınlaştırılmasıyla hürriyet fikrinin kolayca dolaşımını mümkün kılıyor. Bu da politik bilinci kitlesel tabanı yaymaya ve oradan doğru daha güçlü bir hürriyet söylemini dile getirmeye yol açıyor. Defansif milliyetçi söylem örnekleri de verebiliriz elbette Nâmık Kemal’den. Böyle bir çerçeve çizip bırakayım, daha fazlasını belki sizin değerli yorumlarınızla, sorularınızla detaylandırma şansını bulabilirim. Ama büyük kırılma, her şeyin toplum için olduğu varsayımının kabul gördüğü bir çağın ifadesinde. “Sanat toplum içindir”, “Fikir toplum içindir”, “Siyaset toplum içindir” denen bir çağda bir yol açıcı olmuş Romantizm. Bu muhafazakârlık için de pekâlâ söylenebilir, devrimci hareket için de söylenebilir. Böyle bir çerçeve çizebilir sanırım.
DGT: Anladım, çok açıklayıcı oldu. Çok teşekkürler, ama benim araya girip bir soru sorma ihtiyacım var… Bu arada şunu söylemem gerekiyor, çalıştığınız konu sizin de dilinizde yer etmiş, siz de çok romantik bir şekilde tanımlıyorsunuz.
HA: (Gülerek) Buna çok itiraz edemeyeceğim. Teşekkür ederim.
DGT: Teşekkür ederim ben de… Politik Romantizmden bahsederken ağırlıklı olarak onu farklı ideolojilere eklemlenen bir duruş olarak gösterdiniz. Benim merak ettiğim şey, –ikinci sorum da bu olacak size– kendi başına ayakları üzerinde duran bir “–izm” olarak Romantizm, bir Aydınlanma eleştirisi olarak kabul edilebilir mi? Yani miladı oradan alabilir miyiz? Aydınlanma’ya bir tepki olarak; aklın, akılcılığın, pozitivizmin aynılaştırıcı tavrına yönelik bireyin, öznenin, ruhun ve duygunun ortaya çıkışını Romantik hareketin başlangıcı olarak değerlendirebilir miyiz acaba?
Aydınlanma ve Karşı-Aydınlanma
HA: Kocaman bir evet! Harika bir soru, çok da güzel bir çerçeve çizdiniz. Hakikaten bütün anahtar sözcükleri de söylediniz. Aklın hayatta tek anahtar olmasına karşı kuvvetli bir itirazı olmasından ötürü bir “duygu devrimi” olarak da Romantizm’den bahsedilir. Dahası, evrenselci monist söyleme –Aydınlanmacıların, başta Voltaire ve Diderot’nun sahiplenmiş olduğu söyleme– kuvvetli bir kültürel rölativizm savunusuyla cevap vermişlerdir. Aydınlanma’nın insanın mükemmelleştirilebileceği yönündeki cesur tezine dönük de bir itirazda bulunmuşlardır: Mutlak bir ilerleme asla söz konusu değildir! İlerleme fikrine karşı Romantikler hem tarih felsefesi itibariyle hem insanın evrimsel seyrine ilişkin bir itirazı dile getirmişlerdir. Ve elbette, yaşamın mekanikleştirilmesine karşı organik bir dünya tasavvurunu sahiplendiklerini söylemeliyiz. Bu yönüyle dirimselci –sanırım Türkçede ‘vitalist’ diye de geçiyor– bir yaklaşımla, yaşamı dopdolu yaşamak yönünde bir bilinç devrimi yaratmaya da çalışmışlardır. Romantiklerin bir yönüyle Aydınlanma’ya mutlak anlamda muhalif olduklarını söyleyebiliriz, bir yönüyle de Aydınlanma’nın tamamlanmamış bir proje olarak yorumlanabildiği bir zamanda, ona, onu daha da öteye taşıyan, daha özgürleştirici bir katkı verdiklerini de söyleyebiliriz. Bu yönde çok değerli ve umarım yakında Türkçeye de taşınacak olan tartışmalar var. Batı akademisinde bu yöndeki değerlendirmeler çok da yeni değil aslına bakılırsa, uzunca bir geçmişi var. Sadece Aydınlanma karşıtlığı değil, Karşı-Aydınlanma diye nitelenen bir kavram çerçevesinde de bu mesele ele alınıyor.
Yanlış bilmiyorsam, ilk olarak Friedrich Nietzsche’nin ‘Gegen-Aufklärung’, Karşı-Aydınlanma diye bir nitelemesi söz konusu. Bu kavramın izini süren ve 20. yüzyılın çok değerli, büyük düşünürlerinden biri olan Sir Isaiah Berlin, 1970’lerin başlarında “The Counter-Enlightenment”, yani “Karşı-Aydınlanma” diye çok zihin açıcı bir makale yayınlamıştı ve bunu Romantik gelenekle, daha doğrusu Romantik hareketin kurucu babaları diye nitelebileceğimiz Jean-Jacques Rousseau, Johann Gottfried Herder…
DGT: Hamann…
HA: Hiç şüphesiz, Hamann! Herder’in de hocası ve Kant’ın başlıca rakibi Königsberg’te… Ayrıca Edmund Burke İrlanda’da, Joseph de Maistre Fransa’da… Yine Almanya’ya dönecek olursak, bir şair ve felsefeci olarak Novalis ve Friedrich Schlegel’da görebileceğimiz izleri var bu eleştirilerin. Aslında her biri bir başka yerden çok değerli katkı sunmuş bu tartışmalara. Giambattista Vico tarih felsefesi için bir büyük klasiktir; o mesela Kartezyen tümevarımcılığı eleştirmiştir ve çok önemli bir itirazın sesidir. Tarih felsefesi bakımından da ilerleme söyleminin yoluna taş koyan döngüsel tarih felsefesi için önemli bir referanstır. Dediğiniz gibi, Hamann’ın ve Herder’in evrenselci monizme ve rasyonalizme karşı esaslı bir itirazları vardır. Bilhassa Herder, hiçbir kültürün bir diğerinden daha üstün olmadığını, sadece daha farklı olduğunu dile getirir ki bu, Jean-Jacques Rousseau’nun o olağanüstü bireyselciliğinin kolektif anlamda bir başka ifadesidir.
Keza Rousseau da Aydınlanma karşıtlığı ve Karşı-Aydınlanma arasında salınan çizginin çok önemli bir figürüdür. Medeniyeti özgürlüksüzlük olarak niteler. ‘Soylu vahşi’den bahseder ve Parizyen salon beyefendilerinin kendilerini dünyanın merkezi olarak gören kibirli tavrına karşı son derece organik, yaşamsalcı/dirimselci bir yerden, son derece duygusal ve hatta anti-rasyonalist bir yerden –ve göreceliliği/rölativizmi hatırlatarak– çok orijinal bir karşı çıkışta bulunur.
Burke -malûmunuz, Fransız Devriminin ilk ve en orijinal eleştirmeni kabul edilir- devrimci şiddete karşı muhafazakâr ‘evrim’i savunmuştur. Bu demektir ki, Aydınlanma’nın önde gelen temsilcilerinin iddia ettiğinin aksine, tarihte büyük sıçramalar yoktur. Burke’ün muhafazakârlığı ayrıca ‘yüce’ fikrini ‘akıl’ fikrinin karşısına koyar ve dünyaya dair yeni bir estetik yorumu getirir. Yabanıl olanın, insan eliyle düzenlenmiş olandan niçin daha az değerli olduğunu düşünmemiz gerektiğini sorgular ve bu fikre itiraz eder. Ve oradan, tamamen yapay olan, tamamen insan eliyle yaratılmış olan şehir yaşamına karşı, tıpkı Rousseau gibi, Novalis gibi, de Maistre gibi, şehrin ve medeniyetin yozlaştırıcılığına karşı çıkar. Aydınlanma ve getirilerinin eleştirisini yaparken Romantikler ilerlemenin getirmiş olduğu müthiş huzursuzluğa ve karamsarlığa karşı, doğaya dönüşü, pastoral bir şekilde kâinatla, tabiat anayla kucaklaşmayı savunurlar bir bütün halinde.
Ben bu tavırları hem Aydınlanma karşıtlığı, muhalifliği, muarızlığı olarak görüyorum hem de Aydınlanma’nın birtakım boşluklarını dolduran, tabiri caizse, onun omuzlarında yükselerek daha yukarıdan, daha panoramik bir yerden dünyaya bakma imkânı sağlayan bir şey olarak görüyorum. Yükselmek derken, insanın aklına hemen Caspar David Friedrich’in o ünlü “Sisler Denizinin Üzerindeki Aylak Adam” tablosu geliyor tabii…
DGT: Evet. Bu arada bu sorudan sonra bir dileğim olacak, ama önce son sorumu sorayım size. Edebiyat alanında Romantik geleneğe örnek vermenizi isteyeceğim. Aslında değindiniz ilk soruda, ama politik nitelik barındırıyor muydu hepsi? Ve barındıran örnek verebilir misiniz lütfen? Farklı siyasi niyetleriyle birlikte…
"Politik Romantizm şehirleşmenin meseleleriyle şekillenir"
HA: Ooo, harika bir soru! Demek ki politik olan Romantizm ve politik olmayan Romantizm arasında da bir fark gözetmemiz gerektiğini görüyoruz. Hemen aklıma gelen bir eser, Türkçesi de o kadar güzel, o kadar insanı mest eden bir dil yetkinliğini sahip ki, Novalis’in ‘Sais Çıraklar’ı. İnsanı doğanın çocuğu olarak ele alan bir genç ve karşısındaki birkaç kişinin tartışmasını konu eder. Edebi Romantizm’in felsefi Romantizm’le bütünleştiği ama politik Romantizm’le temas etmediği şahane bir örnektir. Çok da kolay okunan ve insanın duygu durumunu yükselten bir kitaptır. Ondan bahsedebilirim bir örnek olarak. Politik Romantizm için de bir örnek vereyim, sonra aradaki farkı bir parça kıyaslamak mümkün olabilir. Haydi, herkesin en iyi bildiği örnek vereyim: Fransız Romantizmi’nin en büyük temsilcilerinden biri, Romantizmi “edebiyatta özgürleşme” olarak tanımlayan Victor Hugo’nun ‘Sefiller’i. Jean Valjean karakteri, sanki hayatımızdan biri, bir büyüğümüzmüş gibi, hepimizin romanı okuduğu yıllardan bugünlere kadar hatırasını yaşattığı birisidir. Sefiller””, 1815-1830’da devrimci dalganın ve korkunç sefalet koşullarının içinde ekmek çalmak zorunda kalan bir insanın âdil bir toplumsal düzen arayışı, hak ve özgürlük talebi etrafında geziden bir hikâyedir.
“Bunlar arasında ne gibi bir farklılık var?” diye düşündüğümüzde, biri gerçekten şehirli bir Romantizm’dir. Politik Romantizm şehirleşmenin meseleleriyle şekillenir. Sanayileşmenin ilk dalgasında, birbirinden çok farklı yerlerden, köylerden, kırsal alanlardan şehirlere gelip çok daha iyi koşullarda olmayan, hatta genellikle sefalet koşullarında yaşayan genişçe bir kesim var. Altyapısı olmayan şehirlerde çok kötü şartlarda çalıştırılan bir dolu insan... Ve çocuklar, kadınlar, yaşlılar da çalıştırılıyor –herkesin çalışması gerekiyor ve ortaya çıkan toplumsal manzara gerçekten korkunç! O dönemde şehirden kaçıp tabiata sığınan isimlerden William Wordsworth’ün eserlerine bakılabilir. Onunla beraber birdenbire doğaya dönüş, şehirden kaçış söyleminin dile geldiğini görüyoruz. Lord Byron’ın “Genç Harold’ın Yolculuğu” adlı eseriyle bu medeniyetten soylu vahşilerin arasına kaçışa da dönüşecek ve olağanüstü bir Oryantalist edebiyat ortaya çıkacak. Tam tersine, meydanlarda toplanmayı salık veren devrimci şairlerin sesini de duymak mümkün: Percy Shelley’nin “Anarşinin Maskesi”, Heinrich Heine’nin ‘Almanya’sını, bilhassa ‘Silezyalı Dokumacılar’ını anabiliriz burada…
Birden başka bir alana geçip milliyetçi Romantizmden örnekler de verebilirim. Bir politik bilinç yaratması dolayısıyla Adam Mickiewicz –Polonya’nın milli şairi kabul edilir– hayattayken aslında Polonya diye bir ülke yeryüzünde, herhangi bir haritada yer almıyordu. Zira üç farklı imparatorluk tarafından parçalanmıştı ve Mickiewicz, hayatında hiç Polonya diye bir yerde yaşayamadı. Ve dönemin pek çok önde gelen enternasyonel şöhrete sahip şairleriyle, sanatçılarıyla dost olarak Polonya’nın varlığını ispat etmeye çalıştı. Bütün şiirlerinde Polonya’yı Avrupa uluslarının huzuru ve barışı için çarmıha gerilmiş bir İsa olarak resmetti. Polonya Katolisizmi ile Polonya milliyetçiliği arasında çok kuvvetli bir bağ olmuştur onun şiirleri. Kendisi kısmen İstanbulludur da... Ömrümün son demlerinde, Polonya’nın işgalcilerinden biri olan Rusya’ya karşı Kırım Harbi sırasında İstanbul’a gelmiş ve gönüllüler taburuna komutanlık etmiştir. Beyoğlu’nda, Tarlabaşı tarafında bir evde kalmıştır. Bugün de bir müze olarak durmaktadır orası, ilgilisine onu da söylemiş olalım. Keza Yunan bağımsızlığı ve Yunan milliyetçiliği adına Dionysios Solomos’un şiirleri çok patriyotik temalar etrafında politik bir söylem şekillendirmiştir. Bunlara daha başka pek çok örnek ekleyebiliriz.
DGT: Hocam, şimdi iki dileğim oluştu sizinle ilgili. Süremiz bitti ama benim iki dileğim var; bunlardan bir tanesi, Aydınlanma karşıtlığı ya da Karşı-Aydınlanma, ikisi birbirinden farklı da değerlendirilebilir, bir Isaiah Berlin konuşması yapalım sizinle ileriki haftalarda...
HA: Seve seve, ben de… Çok memnun olurum.
DGT: İ̇kincisi de edebiyat meselesini, yani politik Romantizm ve edebi Romantizm arasındaki farklılıkları bize yazılı olarak da ifade ederseniz, radyonun websitesinde yayınlayalım, olur mu?
HA: Harika! Haydi bakalım. İki tane çok güzel ev ödevimi verdiniz bana. Ödevlerini teslim etmek için sabırsızlanıyorum.
DGT: Çok teşekkür ederim hocam, katıldığınız için. Sevgiler. Hoşça kalın. Herkese iyi bir gün diliyoruz.